11 Eylül 2011 Pazar

Eylül'e...

Mehmet Rauf’un değil benim eylülüme, kısa bir güzelleme...

“Sisli bir eylül gecesi” diye başlayan çok sevdiğim bir şarkının kahramanı eylül…
Canım İstanbul’uma en çok yakışan, eylül…
Hayatımı şekillendiren okullarla, kanıma giren ilişkilerin başlayıp bittiği, beni ben yapan eylül…
Huzurla huzursuzluğun başlangıcı, umutla umutsuzluğun bitişi eylül.
Hayatım bir yolculuksa, içindeki istasyonların her birinin adı, eylül.
Eylül, doğanın kızarıp bozardığı esnada bomboş şehri canlandıran ay; henüz kömür kokusuyla dolmamış serin akşamların, yakmayan güneşin ısıttığı sokakların, palazlanan kedi yavrularının, kitapların, sergilerin, ışıklı akşamların ayı…
Dört bir yana dağılan dostların rengârenk sofralar etrafında toplandığı, her birinin kulaklarında kahkahaların, sohbetlerin çınladığı,
boğazın en güzel renge büründüğü,
camımdaki asma yapraklarının ala bulandığı ay…
Kapıyı çarparak çıkıp giden huzurun, tekrar usulca evime sızdığı ay…

15 Ağustos 2011 Pazartesi

Günün getirdikleri...?

Gün derken “bugünü” yahut “bir günü” kastetmiyorum. Biraz daha uzun, biraz daha derin aklımdaki gün. Zamanla ölçülmüyor; değişime, hissiyata endeksli. Değişim iyi midir? Değiştim kelimesini geliştimle değiştirebiliyorsak hayatımızda geldiğimiz noktada ve bunu yaparken Kaf Dağı’nda gezinmiyor, olduğumuz gibi görebiliyorsak kendimizi ne ala! O zaman evet, değişim iyidir…
Tepemde kocaman bir mercek, ben nereye, o da oraya. Kendim koydum onu birkaç gündür yukarı; şimdi de altında rahat edemiyorum. Burası sıcak oldu, durulacak gibi değil, güneşi çekti tabi, sıktı mı ne bir de? Bilmişçe yerleştirdim onu oraya da, git diyince gitmiyor, illa bir şey görecek, içimi dışımı irdeleyerek. Şaka bir yana, bu öyle bir süreç işte, girdin mi, “ha yok ya, ben bir çıkayım, sonra bakarız” diyemiyorsun. Otur tart dur kendini…
Aslında hiç sıkıntılı değilimdir, bunu da evet marifet olarak görürüm çünkü içinde yaşadığımız dönemde sıkıntılardan sıkıntılara gark olmak, karanlıklar prensesi kostümüyle gezinmek en kolayı. Önemli olan morali yüksek tutmak, bunalımın beş santim sağından, beş santim soluna yalpalayıp durmamak, kendini iyi tanımak ve sana neyin iyi geldiğini bilmek.
Yolun yarısına gelenler bilirler bunu, benim gibi…
Konuyu kabuğa getireceğim de lafı dolandırıyorum. Bir zaman “kabuklu hayvanlardan” da “kabuklu insanlardan” da nefret ediyorum diye yazmıştım bir yazımda. Şimdi o KABUK lafı daha bir batmaya başladı hem gözüme hem derime. Fark ettim ki bende de oluşmaya başlamış. Hayır, enayi değiliz elbette, yolu yarıladık dedik ya bir şeyler yaşadık, yaşam tecrübemiz oldu, kendimizi de daha iyi tanıdık ve hep coşkulu, tutkulu, iyimser karakterimizi değiştirmeden yaptık bunu, ben yani öyle yaptığımı düşündüm. Sonra bir gün aynaya baktım şuursuzca, üstümde nerden geldiğini bilmediğim kahverengi bir hırka. Aba gibi, kaba bir şey...! Kahverengiden nefret ederim oldum olası. Hangi ara geçirmişim üstüme, kendim mi giydim, biri mi giydirdi hatırlamıyorum. Çirkin görünüyorum. Çıkarsam üşür müyüm? Yazın ortasındayız, yine de tedbiri elden bırakmasam mı, ara ara serin oluyor, bazen buz kestiğim de oluyor galiba şimdi düşününce. Biraz dursun en iyisi, yakıştı mı ki acaba? Hayır, hayır ben kahverengiden nefret ederim, off dalıyor zaten bunun kumaşı…
Hırka soğuğa değil de neye karşı diye düşünüyorum da bir süredir; neler çıktı altından, neler. Ailenin, aşkın, dostluğun, güvenmenin, sığınmanın, alışmanın, barışmanın, yaşamanın, yani hayatta bizi mutlu edebilecek “her şeyin” yokluğuna karşı diyebilir miyiz? Yok, ben galiba bir süre daha cıbıl gezeceğim bu hayatta zira üstüm başım kat katken tadı çıkmıyor saydıklarımın hiçbirinin. “Everything’s coming up roses” aka. “her şey güllük gülistanlık olacak”… Gül ve gülistan her zaman diken klişesiyle birlikte gelir ama hayat da böyle bir şey zaten.
Bir baksanız mı acaba siz de neler giymişsiniz farkında olmadan diye. Belki incecik bir gömlek sizinki, belki kazak, üstüne polar, üstüne palto, üstüne battaniye, şapka, atkı, eldiven, gözlük…? Şık ve havalı mı ki böyle? Ne kaldı o zaman sizden geriye hayatı özgürce yaşayan, keşfeden?
Belki birdenbire değil ama mevsimi geldiğinde, doğru adam, doğru kadın, doğru dost, doğru akraba, doğru iş, doğru kedi geldiğinde az biraz soyunabilirsiniz, yaklaşıp dokunabilirsiniz, yavaş yavaş… Bütün bunlar da tabi farkındalık işi, gerisi hep kendiliğinden geliyor ya zaten…

5 Haziran 2011 Pazar

Tüm Sevdiğim Kadınlara...

Son birkaç yıldır başımı nereye çevirsem aynı şeyi görüyorum… Ürkek, kaygılı, kuş gibi pırpır bakışlı, rimelli bir çift göz. Belki hep varlardı da ben süt ve liman diyarımda asa ve pelerinimle gezerken fark etmemiştim. Farkındalık önemlidir; hem kendine, hem hayata dair yolun yarısı eder bence.
Kadınlar, tüm sevdiğim kadınlarda bazı bazı titrek bakışlar…
Öyle iyi anlıyorum ki o gözler bulutlandığında, bakışlar dumanlandığında kalplerden, zihinlerden geçenleri. Bazen sevindiriyor beni, hisseden insanlar var etrafımda diye, bazen de burkuyor hem algımı, hem yüreğimi. Bir telâşe var işte ya, bir adama dair, hayata, alkole, ağrıya, sızıya dair. Dönemsel olarak kendi hayatınla empati kuruyor, buğulu bakışları cımbızlıyorsun pırıltılılardansa. Onlara uzanmak bencilce “soylu” geliyor; izin verseler arsızca silivereceğim hani gözpınarlarında irileşen, düştü düşecek o damlayı. Paylaşmak da istemiyorum eşimle, dostumla, fark etsin istemiyorum kimse, o damla benim gömüm, benim hazinem. Duygular hazinedir fark edebilene; farkındalık önemlidir, yolun yarısı eder bence. Maralı ürkütmeden varlığını hissettirmek tecrübe ister; ses etmiyorum çoğu zaman. İster istemez buluşuyoruz bir anlığına anlayışa sığınmak istercesine her şeyden, herkesten gizli, ürperten soğuktan kaçarak…
Denize dalar gidersin ya hani elinde bir ağ, yakalamayı umduğun her neyse onu bekleyerek… Ben elim boş dönmedim o denizden hiç. Hep yakamozları biriktirdim klişe de olsa ışıltıya tekabül ettiği için. Keder, tasa, hüzün, endişe, ayrılık, acı… Duygu olsun yeter; duygular pırıltıları çünkü hayatın gecesini gündüzünü yaşanır kılan…
Define arıyorsak guruba dalıp durmak, gökkuşağının dibini eşelemek yerine cesaretimizi toplayıp önce içimize, sonra içimizden birilerine bakmalı. Mutluluğu kolayca elimizle uzanıp tutabileceğimiz, bir sürüsünün içinden ayıklayabildiğimiz yanardöner midye kabuklarında değil, aşağılarda, sımsıkı kökleriyle bilmediğimiz derinliklerimize yapışmış, dokunduğumuzda bizi irkilten yosunlarda aramalı belki de. Işıltısıyla gözümüze, yüzeyselliğimize oynayan güzelliklere değil, bizi rahatsız eden karanlıklara, içimizi sıkan, kalbimizi, canımızı, derimizi yakanlara bakmalı belki de… Doğru zaman geldiğinde onları kopartıp masmavi ya da pespembenin tadını çıkarabileceğimizden emin, oldukça vakur bir edayla hem de.
Saç rengi, ten rengi, ruj rengi farklı kadınlarda aynı ifadeyi yakalamak, benim için ne büyük umutsa o hayatlarda çok yakında bir şeylerin demir alacağına dair; onlarda anlık burukluklar, kırıklıklar… Hansel ve Gretel gibi kendilerini koruma ihtiyacına güdülenmiş bir tavırla ekmek kırıntılarını koyu yeşil ormanın içine bir umut ufalarlarkenki telaşelerini görüp, ben hep o kırıntıları toparlamaya çalışıyorum kara kargalar yemeden bulayım izlerini yeter ki kaybolmasınlar diye hayatlarında…
Ne kör kuyuda boğulanına, ne çölde kuruyanına, ne de çınar gölgesinde kararanına hiç rastlamadım o kadınların. Hepsi içlerindeki bazen cılız, bazen gürül umutla aydınlattılar kendi yollarını sonunda. O zaman işte elimde haritayla kim bilir kaç zamandır aradığım kendi hayatımın definesini buldum en paha biçilemez olanından. Belki yirmi yıl evvel okuduğum kız lisesinde dirsek çürüttüğüm, belki dört sene evvel hayatım tepetaklak olduğunda dertleşip içki tokuşturduğum, belki de dün gece tanıştığım kadınlar; hayatımın tümü bir defineyse onlar içindeki pırlantalar.

27 Mart 2011 Pazar

Narsistçe…Hayat… Gelir geçerler Kulübü…

Filmden çıktım şimdi… Bu yazı kendime.
Benden, sadece bana, geçmişten gelen, geleceğe giden Sevdeye.
Arkanı dönme yaşadığın hiçbir şeye.
Onlarsız sen bomboş, içi kuru bir ağaç kabuğusun.
Gözyaşı-yağmur klişesiyle yeşerdin, güneş-gülücük klişesiyle geliştin.
İkisi de sensin.
Kendimi avutmak için değil şanslıyım deyişim. Kaybedenler Kulübü’nün kazananlar kulübü olduğunu anlayacak kadar beynim, kalbim olduğu için şanslıyım. Sessiz, hissiz, gürültülü, ışıksız ya da rahatsız edecek kadar ışıklı her şeyin vasat zekâ yaşamı olduğunu bilecek kadar tecrübeliyim.
Ne umduk, ne bulduk hayatta? Çok şey-az şey fark etmez.
Hiçbir şey mi?
Ben “şey-i hiçbir-i” bilmiyorum.
Yaşadığım sevinçler, üzüntüler, hevesler, kırgınlıklar, telaşlar, umutlar, karanlıklar yumurta küfesi olmadı sırtımda. İki kelam edebiliyorsam, karşımdaki iki susup beni dinliyorsa, hiçbiri boşa yaşanmamış.
İster küpe yap kulağına, ister sakız yap çiğne tükür şekeri kaçınca, ister yaz kalbine, ister damlat gözünden, hepsinde “ben” varım. Ben bunların hepsinin fazlasıyım; kendi içimde, kendi sesimde, kendi bilinç-sizliğ-imde.
Yazı yazmak disiplin değil, duygu işidir. CESARET işidir. Yazdığından korkacaksan yarın okuyunca, şimdi sus daha iyi. Ve fakat dikkat etmeli, uzun soluklu olunca suskunluklar, “SEN” kendine yabancılaşmaya başlarsın. İçinden ikinci, üçüncü çıkar bir tane- bin bir tane, onu susturup oturtamazsın. Bir bakmışsın, sen başka, o başka, ben diye bir şey kalmamış, hayat sana bambaşka! Önce bir gez bilinçle bilinçaltının sınırında, aşkla bul istersen orayı, ister alkolle, ikincisi daha ucuz, parasıyla…
Zevk-ü sefadan dert ve cefaya uzan, yalanı da dinle, doğruyu da. İkisi de sana yarar içlerine saplanmadıkça. Dil değil ki hakikati söyleyen. Bunu öğrenmek zamanını aldı ya, artık kolayca unutmazsın. Bakmayı değil görmeyi öğren, karşındakinin, eşinin, dostunun, ananın, babanın kalbinin içini gör. Bırak anlatsınlar, yarısı doğru, yarısı yalan ne fark eder. Sen sadece gör yeter.
Çok yürüdün biliyorum, kolun kanadın kırıldı, kopmadı ama. Kırık kemik kaynar, sızısı sana sadece anı olur ara sıra gürleyen kalbini titreten. Kalbin var ama değil mi hala yerli yerinde? Elinle, kulağınla bir dinle onu arada bir, varlığını hissetmek istediğinde.
Suretle esas üzerine kurulu bir düzen içinde kendininkini yarattın ya, aslolan budur. Aslı gibidir. Senindir. Takdire gerek yoktur, tasdike hele hiç!
Hamur…
Tek şükredeceğin şey hamur… ister bir lokma ekmek olup seni doyursun, ister yaşamına dair seni yoğursun. Hamur memlekettir nefesini içine çektiğinde sana huzur veren, ailendir, ailem dediklerindir varlıklarıyla içine sinen; hamur sensin, karşına dikildiğinde yaptıklarının esameleri, bunlar BENİM, BEN bunlarım dediğin.
Arkasında dur yaşadıklarının…
Çapa’daki tavanı akan evden sevgiyi al, Almanya’daki sarı pipili çocuktan öfkeyi al, seni fanusa sokan sevdiğinden sabrı al, fanusun camı çatır çatır kırılıp da balık gibi tıkandığında sana dumanlı-dumansız nefes almayı öğreten yanıbaşındaki dostlarından güveni al, dinlediğinde hıçkırıklara boğulduğun şarkıdan hüznü al, karşında durup da, bazen kat be kat giyinik, bazen de çırılçıplak olup, senin gözünün içine bakan adamdan cesaret(sizliğ)i al. Hepsini al içine ve arkasında dur gelen geçen ne varsa senin içinden sana sinen…
Hayat böyle bir şey işte.
Hayat gelir geçerler kulübü.
Hayat, hayatına giren çıkanlar kulübü.
Hayat, yediğin, yemediğin yemekler-haltlar kulübü.
Hayat gözyaşı ve sevinç kulübü.
Hayat kuş sesi, kedi izi kulübü.
Hayat senin içinde kalanlar, içinden çıkılamayanlar kulübü.
Hayat özveri, kazık kulübü.
Hayat senin yaşadıkların, yaşayacakların ve hiçbir zaman yaşayamayacakların kulübü.
Hayat alınan nefesle girilip, verilen nefesle çıkılan kiracı(k)lar kulübü…

24 Mart 2011 Perşembe

Kibritçi Kız...

Çocukken bu masalın hissettirdiği hüzne “maruz” kalmayanınız var mı bilmiyorum… Üzülürdüm ama defalarca okur, iç burkan resimlerine bakıp dururdum epitopu 10 sayfalık kitabın. Yılbaşı vakti aç bi-ilaç yolun kenarında kibrit satan, soğuktan donmamak için de elindeki kibritleri birer birer yakıp ısınmaya çalışan küçücük kız çocuğu… Her yanan kibritle hayale dalan, en sonuncusundan uyanamayan…
Kibritçi kızın dramı başka bir yazının konusu olsun, gelin bu yazı üç çöp kibritle kuracağımız üç çerçöp hayale dair olsun..? İlkini çaktınız, aksi bir rüzgar… Alev söndü sönecek, titreşip duruyor kibritin ucunda, büyüyecek de içinde çocukluk hayalinizi göreceksiniz, ha gayret, alın avucunuzun içine, hah şimdi oldu eliniz ısınmaya başladı birazdan da içiniz ısınacak, masumiyetinizi görünce karşınızda. Çok da yaratıcı bir çocuk değilmişim herhalde! Yuvaya giderken yuva öğretmeni, baleye giderken bale öğretmeni, ilkokula giderken ilkokul öğretmeni olmaya heveslenmiştim. Sizinkinde ne görünüyor? Vahşi doğa fotoğrafçısı?! İtfaiyeci? Gelin-cik? Ne kadar yakınsınız çocukluk hayalinize yahut ne kadar yakın durmak istiyorsunuz?
İkincisi yanmıyor! Kibritin ucu beyazladıkça beyazladı, evirip çeviriyoruz, sayılı kibrit var çarçur edemeyiz derken yandı işte! Birden parladı… Aşka mı dair bu alev? Hani olmadı olmadı da sonra birden yüzümüze gözümüze sıçradı ya? Az kalsın saçımızı, başımızı, kaşımızı, kirpiğimizi yakıyordu? Tıpkı yüreğimizi, biraz da midemizi yaktığı gibi?! Evet evet aşk bu! Benim gönül meselelerim kalabildiği kadar anonim kalsın lakin siz kendinizinkini bir zahmet gözden geçirin… Bir sevdiğiniz var mı kollarınızda? Yuvanızda? Peki, kalbinizin neresinde duruyor? Sokuldu mu daha da içerilere, yoksa sınırda (kalp çeperi denir mi bilemedim) bir durakta bekliyor mu ilk otobüs geldiğinde gönderesiniz diye? Mutlu musunuz onunla? Hangi malzeme eksik? Tuz? Şeker? Yoksa alkol mü? Ne umdunuz, ne buldunuz? Tamam mı? Devam mı? Bu adam gökkuşağından yapılmış atıyla gelen prensinize benziyor mu, hani midenize ilk avuç kelebeği sokan?
Geldik son kibrite… Birden alev alıveriyor, büyüdükçe büyüyen, içimizi sımsıcak sarmalayan ışığıyla etrafı umut veren bir dünyaya dönüştürüyor, huzur bu sonuncusunun adı. En önemlisi, her şeyin anahtarı… Huzur! O var, bu var, şu da var, lakin huzur yoksa bence elde var sıfır! Sahip olduklarımızla, sevdiklerimiz, sevildiklerimizle, yerimizle, yurdumuzla, işimizle, gücümüzle, bunların hepsini doldurduğumuz kalbimizde huzur bulmaya çalışmalıyız. Daha dikkatli seçerek hayatımıza soktuğumuz herkesi ve her şeyi ve eninde sonunda varmak istediğimiz noktanın huzur ve mutluluk olduğunu aklımızdan asla çıkarmayarak. Kendimiz ve hayatına dokunduklarımız için her şeyi daha güzel kılabilmek için sımsıkı sarılmalıyız huzurun en azından var olduğuna dair mevcut umudumuza. Paylaşmalıyız bulabildiysek eğer, hepimize yetecek kadar çoğalması için…
Hayal denizine dalıp dalıp ürpererek çıkmak yerine gerçekten istediğimize odaklanmanın, içinde “pes”pembe hem de kocaman bir inci tanesi olan istiridyenin, dalgalarla ayağımızın ucuna gelmesini sağlayacağına inanıyorum…
Ne olursa olsun denemeye değer, uzanalım kibritlere, bakalım ilk hangisini yakacağız?

31 Ocak 2011 Pazartesi

kontrol manyağı mıyız?

Hayat insana sabırlı olmayı öğretiyor bir şekilde, sen istesen de istemesen de…
Ve gerçekten öğreniyorsun bazı şeyleri kabullenmeyi, oturup beklemeyi. Beklemezsen zaten kaybetmeye mahkûmsun! Kimi veya neyi istiyorsan, onu!
Özellikle kadın erkek ilişkilerinde sabretmeyi öğrenmeye başladım sanırım, karşımdakinin de bir ritmi olduğunu kabullenmek zorunda kaldım istesem de istemesem de… Bir zaman sevdiğim bir adam ne kadar uğraştıysa da öğretememişti bunu bana. Sanırım onun samimiyetine bir türlü güvenemediğimden ve inanamadığımdandı. Oysa samimiymiş! Bunu şimdi anlıyorum. O sırada ise gözüm kendimden başka hiçbir şeyi görecek vaziyette değildi. Fedakârlık yapmak namına ne yaptıysam aslında bana geri dönüşü olsun diye yaptım ve ilişkiye istediğim şekli vererek onu sadece “kendi istediğim” raylara oturtmak, hatta oraya zamkla yapıştırmak istedim. Güvensizliği, onu, kendimi, sevgi(sizliği)mizi ve ilişki(sizliği)mizi sorgulamayı bir türlü bırakamadım. Anlayamadım o sırada karşındakini zorlamanın, istediğin kalıplardan kalıplara sokmaya, onun bedenine daracık veya bol gelen şeyler giydirmeye çalışmanın aslında onu kaybetme yolunda ilmeği kendi boynuna çıkarılamayacak şekilde geçirmek demek olduğunu... O sırada sevgi arsızı Sevde’nin doymak bilmeyen kalbini ve egosunu beslemeye çalışmakla meşguldüm çünkü 7/24!
“kontrol manyağı” olmak… Etrafıma bakınca, kendimi de dâhil ederekten, uzun süredir böyle insanlardan başka bir tiple karşılaşmadığımı fark ettim. Nedenini etraflıca düşünmüş olmasam da, aklıma ilk gelen şey şu oldu; tanıdığım çoğu insan iyi okullarda okumuş, yüksek öğrenim görmüş, güzel şeyler yiyen, güzel şeyler giyen, gezip tozan, başarılı iş hayatları olan insanlar… Kariyerlerinde basamakları pek hızlı çıkıyorlar çıkmasına da, huzur? Hâşâ! Mutluluk? Hak getire! Kendimizi yetiştirdikçe, geliştirdikçe ve başarılı işler yaptıkça hâlihazırda “şah” olan kontrol manyaklığımız “şahbaz”a dönüşüveriyor. İlişkilerimize de artık mezun olunması gereken bir okul, başarı gösterilmesi gereken birer proje gözüyle bakmaya başlıyoruz, tamamlanması ve gururla vitrine konulması zorunlu olan… Bu esnadaysa karşımızdakini, pardon biricik sevgilimizi illa ki istediğimiz şekilde davranacak bir robota dönüştürmeyi hedefliyoruz farkında bile olmadan belki de! Öyle ki, sonra kolundan tutup pırıl pırıl bir şey yarattığımızı el aleme gururla gösterebilmek, işte bunu ben “yaptım” demek için.
Sonra ise bir bakıyoruz, robot kendi kendine kararlar almaya başlamış ve hatta o da nesi, çekip gidivermiş! Nasıl olur, “bizim el emeğimiz göz nurumuzdu o”, ama gitti işte üzülmemeli.
Zira koca dünyada yeni bir robot adayı bulmak zor değil, nasıl bir aday olduğu önemli mi ki?
Onu zaten baştan yaratacağız, değil mi?

17 Ocak 2011 Pazartesi

Masal gibi Hikaye...

Bir masal gibi başlar hikâye… hangi hikaye masal gibi başlamaz ki zaten..? İyi ve kötü masallar mutlu ve mutsuz sonlar olduğu da düşünülürse hele. Hepimiz birer hikâyenin kahramanıyız, hatta birden çok hikâyenin. Sevdiklerimizle yaşadıklarımız, bizi sevenlerle yaşadıklarımız, bizim sevip de sevilmediklerimizle yaşadığımız… Hepsi aynı anda ayrı kalplerde ayrı şekillerde yaşanıyor, bugün, tam da şimdi hatta!
Biraz önce kabuklu insanlardan da kabuklu hayvanlardan hoşlanmıyorum diye düşündüm. Hayvanların bana bir zararı yok elbette, onlar anlam güçlendirmeye yarasınlar diye mevzubahis oldular. Problem kabuklu insanlar… Böyle söylemeye ne kadar hakkım var bilemiyorum gerçi. Herkesin savunma mekanizması ayrı ve illa ki benimkine benzemek zorunda da değil. Hepimiz kendimizi iyileştirmenin yolunu çok iyi biliyoruz, kabuğun içine gömülerek veya kabuğu fırlatıp atarak! Peki, kabuk değil de koza diyelim? Hem biraz daha estetik hem de bir zaman sonra her şeyin güzelleşeceğine dair ipucu barındırıyor içinde. Kozamızın içinde yeteri kadar uzun kalırsak birer kelebeğe dönüşür müyüz sahiden de?
O kadar sabırsızım ki… Hep böyleydim, bundan bize ne diyebilirsiniz. Haklısınız, özeleştiri benimki sadece. Yani kozanın mozanın içinde duramıyorum işte. Bırak durmayı, içine bile giresim yok! Belki de o yüzden öyle her şey güzelleşmiyor benim için… Mutsuz muyum? Hiç değilim. Kendimi mi avutuyorum, o da değil. Olduğum gibi kalmak istiyorum sadece ve değişmemek. Oysa hayatta karşılaştığım durumlar, yaşadıklarım, edindiğim tecrübeler kendimi biraz daha korumak zorunda olduğumu bas bas bağırıyorlar yüzüme. Bunca yıldır “neyse o olan ben”i daha ne kadar muhafaza edebileceğim bilmiyorum. Yol boyunca kendin olmak… yolun dikleşmesine, çamurlanıp bataklıktan geçmesine, taşlarla dolması veya sular seller altında kalmasına aldırmadan aynı giysilerinle yürümeye devam etmek… Önce emekleyerek, sonra tay tay, bir süre dimdik, sonra da bükülerek ama hep aynı sen olarak… Ne kadar mümkün? Namümkün? Denemeye değer. Bence!
Bir hikâye başladı mı diye soruyorsanız başlamadı, sanırım daha hikâye pişmedi. Başlaması biraz zaman alacak. Güzel olsun istiyorum ve manalı; her okuyana biraz dokunsun, kötü anlamda değil… Sadece… Anladınız işte…